Şahin Alpay: Bir Hikâyem Var

Açık Gazete
-
Aa
+
a
a
a

Açık Gazete'de Ömer Madra ve Özdeş Özbay, yazar ve siyaset bilimci Şahin Alpay'ın yeni kitabı "Bir Hikâyem Var - Anılar/Birinci Kitap" üzerine konuşuyorlar.

""
Açık Gazete: Şahin Alpay
 

Açık Gazete: Şahin Alpay

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Evet, Açık Gazete burası, Cengiz Aktar yok ve bugün Açık Gazete'de bir konuğumuz var. Konuğumuz çok eski bir arkadaşım benim ama aynı zamanda da radyonun en eski programcılarından bir tanesi: Şahin Alpay. Konuğumuz Şahin Alpay ile LEJAND Yayınları'ndan çıkmış Anılar’ın birinci kitabı Bir Hikayem Var kitabını konuşmak istiyoruz. Bu kitap, benim nihayet bitirebildiğim fakat Türkiye'de de oldukça ender rastlandığını düşündüğüm bir geleneğin yaratıcılarından biri oluyor. Yani Batı edebiyatında olduğu gibi biyografi ya da otobiyografi yazarlarına pek rastlanmıyor. Hoş geldin Şahin.

Şahin Alpay: Ömerciğim, hoş bulduk. Tabii ki en eski arkadaşım, hayatımın en kıdemli tanığı Ömer Madra'nın programına gelmek benim için başlı başına bir mutluluk. Hele böyle bir kitabı da baştan sona okumuş olduğunu görmek beni iyice mutlu etti. Çok teşekkür ederim beni konuk aldığınız için.

Özdeş Özbay: Hoş geldiniz. Ben tabi isminizi Ömer Bey'den çok duydum ama sizinle ilk kez karşılaşma fırsatını buluyorum.

Ö.M.: Hayırlı olsun yeni kitabınız.

Ş.A.: Çok mutlu oldum tanıştığımıza ben de.

Ö.M.:LEJAND Yayınları'ndan çıktı, onu da söyleyelim. Bir Hikayem Var Anılar/Birinci Kitap adını taşıyor Şahin Alpay'ın ve aslında biraz önce de söylemeye çalıştığım gibi, ne diyeceksin onu da öncelikle sormak istiyorum Şahin; yani Türkiye'de eksikliği çok, benim şahsen çok hissettiğim, biyografi ve hele de otobiyografi kitabına hemen hemen kimsede rastlamadığım ya da pek az örneğine rastladığımız bir türün diyelim, en parlak örneklerinden birini yapmışsın, hayranlıkla okuduğumu itiraf edeyim. Öyle kolay kolay dostluk içinde övgüde de bulunmuyorum.

Ş.A.: Ömerciğim tabii çok mutlu oluyorum bu kanaate vardığına ama sen hakikaten benim o kadar yakın bir arkadaşımsın ki senin sözlerini pek ciddiye almayacaklar. Okuyanlar kendileri karar versinler fakat burada yaptığın gözlem hakkında bir iki şey söylemek isterim; gerçekten Türkiye'de otobiyografi geleneği çok zayıf. Yani bütün Türk edebiyatını biliyorum iddiasında da değilim ama hakikaten çok az sayıda yazarımız hayatlarını yazmış. O bakımdan kültürümüzde büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Ben, biliyorsun, İsveç'te siyasi mülteci ve sonra da doktora öğrencisi olarak yıllarca kaldım ve orada benim çok ilgimi çeken hususlardan biri, bu kadar çok otobiyografi yazılmış olduğunu görmekti. İsveç'te neredeyse kamu ile paylaşacak anısı olan herkes otobiyografi yazmıştır. Bizde ise büyük eksiklik - tabi bunun sebepleri var.

Ö.M.: Kısacık da olsa sebebini söyler misin? 

Ş.A.: Sebebi şu; Hristiyan ülkelerde kilise doğanların bütün kayıtlarını - ne zaman doğdular, ne zaman evlendiler, ne zaman çocukları oldu, ne zaman öldüler gibi - tutuyor. Bu, tabi otobiyografi yazmak için insanlara çok büyük derecede yardımcı oluyor.

Ö.M.: Evet, biyografi için de öyle. Türkiye'de böyle bir gelenek yok maalesef.

Ö.Ö.: Evet, bu arada aklıma sizin kitabınız da geliyor. Romanımla Sana Bir Ses, her ne kadar ‘bu bir otobiyografi değildir’ diye başlıyor olsa da – hatta Şahin Bey'in de isminin geçtiğini hatırlıyorum başka bir isimle bile olsa - şimdi sizin kitabınızda da Ömer Bey geçiyor.

Ş.A:: Tabii Ömer'in o kitabı da hakikaten çok otobiyografik unsuru barındıran bir kitaptır ama tam anlamıyla bir otobiyografi değildir. Tabii ben Ömer'in yazmasını bekliyorum, bu vesileyle de altını çizeyim.

Ö.M.: Ama konu ben değilim.

Ö.Ö.: Biz belgesel bile çekmeye bir ara niyet ettik ama başaramadık.

Ş.A.: Ama şöyle diyeceğim; yaşlarımız ilerliyor. Senin de yazman lazım ve ondan sonra Apaçık Radyo'da ben seninle kitabın üzerine söyleşi yapayım, o zaman rövanşımı almış olurum.

Ö.Ö.: ‘Önümüzdeki yıl gene bu zamanlarda...’ diye mesela randevulaşabilirsiniz.

Ş.A.: Mesela ama benim üç sene sürdü yazmam.

Ö.Ö.: Öyle mi? Tamam, peki.

Ö.M.: Ama senin olağanüstü bir hafızan ve kayıtların var. Bende o artık gidik durumda. Neyse şimdi ben bu kitap, Bir Hikayem Var üzerine birkaç yorumda bulunmak istiyorum; bir kere bizim zamanımızda yalnız kitaplar için değil, aynı zamanda büyük filmler için ama özellikle de romanlar için aşk, heyecan ve macera romanı denirdi. Buna bir klişe demeyeyim ama böyle de bir tabir vardı ve şimdi inanmayacaksınız ama tamamen oturuyor yani tamamen bu kitapta her şey var. Ama en önemli özelliği aşk, başta geliyor sevgili Fatma'ya, merhuma ve aynı zamanda da muazzam heyecan ve macera var. Kitaptaki bu üçlüden birazcık bahsedelim mi?

Ş.A.: Tabii ki, çok memnun olurum.

Ö.M.: Kitap zaten dedelerin hikayesiyle 19. yüzyılın sonlarına doğru, son çeyreğinde başlıyor ve kitabın kapağında da Şahin Alpay'ın ‘hayattaki en büyük tek aşkının...

Ş.A.: ...en büyük dil sürçmesi olurdu.

Ö.M.: Evet, tek aşkının doğduğu bina var kapakta - Ayvalık'ta, deniz kenarında ve bu aynı zamanda Şahin Alpay'ın de doğduğu bina. Bir katında Fatma, bir katında Şahin doğmuş. Olağanüstü bir şey diyeyim.

Ş.A.: Şimdi tabii çok olağanüstü bir şey çünkü bir defa bu ev, bu üç katlı deniz kenarındaki apartman benim rahmetli kayınpederimin, Mustafa Lütfi Kaptan'ın yaptırdığı bina ve Ayvalık'ta o sıralar bu kadar yüksek, üç katlı bir apartman yok. Yapıldığı tarihler 1940'ların başları ve tabii hayatım, gerçek hayatım da burada başlıyor. Çünkü senin de değindiğin gibi, annesi İstanbul'a gitti, Fatma'yı doğurdu, geldi. Benim annem gitti İstanbul'a, beni doğurdu, geldi. Onlar üçüncü katta, biz ikinci katta. Dolayısıyla hikayem bu çatı altında başladı.

Tabii şunu soracaksın, ‘Nereden buldun bu resmi?’ Bu bir sulu boya resimdir. Ablamı tanırsın, Olcay ablamın bir sınıf arkadaşı, ona 1990'ların başında hediye ediyor, ‘Olcay, biz okula beraber giderken sen bu evde oturuyordun’ diyerek bunu yapıyor ve tabii ben bunu görünce kitabımın kapağında olacağı konusunda hiç bir tereddüdüm kalmamıştı.

Ö.M.: Çok uygun bence de. Yani görür görmez insanın ‘vay canına’ dediği bir resim. Bir de arkadaki fabrikanın bacasından da kara bir duman yükseliyor - hava kirlenmesi.

Ö.Ö.: Zeytinyağı fabrikası mı acaba?

Ş.A.: Ömer, kara dumanlarda bir ima var mı burada?

Ö.M.: Yok, biraz hava kirlenmesi ve küresel ısınma...

Ş.A.: Hava kirlenmesi ve küresel ısınmadan bahsetmeden bir konu açamıyor.

Ö.M.: Şimdi efendim; aşk, heyecan ve macera romanı, gerçekten öyle ve bence bu kitabın en önemli, benim nazarımda son derece değerli kılan unsurlardan biri, en başta gelen unsur muazzam bir objektivite olması. Yani kendi yaptığı bütün işleri tek tek anlatıyor; girdiği okulları, kapıldığı akımları, savunduğu davaları… En önemlisi de fikir değişikliklerinin de tamamını izleyerek böyle büyük bir objektivite ile yapıyor. Bu, tabi son derece önemli bir şey bana göre çünkü kendine öz eleştiri özellikle de hareketlerinde öz eleştirinin ne kadar önemli olduğu çok söylenir Türk solunda ve ama söylemeliyim ki bilmiyorum katılacak mısınız ama bu büyük ölçüde biraz sahtedir yani biraz uydurukçu bir öz eleştiridir.

Ö.Ö.: Otoriterdir de ayrıca. Genelde merkez komite yanlış yapana der.

Ö.M.: Aynen onu kastediyordum ben de. Burada öz eleştiri olsun diye değil, büyük bir objektivite var yani ‘O zaman böyle sanıyordum fakat bu şeyleri gördükten sonra bu değerlendirmeyi yaptım ve tamamen değiştirdim fikrimi’ gibi. Biraz bundan da bahsedelim ki bence kitabın en önemli unsurlarından biri bu objektivite.

Ş.A.: Şimdi Ömer, tabii başkası bu objektivite sıfatını kullansaydı pek inandırıcı olmazdı ama sen bu hayat hikayemin en yakın gözlemcisi olduğu için bu senin objektivite tanımlamanı gerçekten kabulleniyorum, gerçeğe yakın bir şey çünkü ben öyle bir dönemde yaşadım ki Ömer, bunu tabi sana anlatmama lüzum yok ama tekrarlamakta fayda var ve diğer katıldığım programlarda da hep altını çiziyorum - 1940'ların ortasından 21. yüzyıla kadar geçen 55-60 yıllık süre içinde dünya nüfusu ikiye katlandı. Bu bir daha hiçbir zaman yaşanmayacak olan bir olay. Tahminler, demograflar yüzyılın sonunda dünya nüfusunun 10 milyar civarında stabilize olacağını söylüyorlar ama bu nüfus patlaması muazzam değişikliklere yol açtı.

Ö.Ö.: Hatta bir kuşağa adını da verdi bu, değil mi? ‘Boom Kuşağı’.

Ö.M.: ‘Boom Generation’, evet.

Ş.A.: Evet, o da bir yan ürünü ama benim anlatmak istediğim; bu 50-60 yıllık süre içerisinde Sovyetler Birliği'nde Komünist Partisi iktidarı yıkıldı, hem de nasıl? Sovyet Komünist Partisi dedi ki, ‘Biz yanılmışız, onun için istifa ile ayrılıyoruz bu iktidardan ve başka bir rejime geçeceğiz’. Peki, hemen onun ardından ne oluyor? Çin'de 1970'lerin sonunda, tam olarak 1979 yılında, Çin Komünist Partisi diyor ki, ‘Biz devletçi ve plancı bir kalkınma politikasıyla devam edersek aç kalacağız, onun için bir piyasa ekonomisine geçiyoruz’. Çin, gerçekten Komünist Partisi'nin tek parti iktidarı altında bir piyasa ekonomisi kurarak, bugün hayretler uyandıracak bir kalkınma hamlesini sahneye koyuyor. Bununla da kalmadı biliyorsunuz; 1990'lardan itibaren de Doğu Avrupa, Komünist partilerini iktidardan devirdi ve hürriyet yolunu seçti. Bana göre bu tabii ki hakikaten çok büyük değişikliklerdi ve bunların bence altyapısı da nüfus patlamasıydı yeryüzünde. Benim tabii bütün bunları anlatmamın sebebi de evet, ben hayatımın değişik dönemlerinde değişik görüşleri benimsedim çünkü dünyayı anlamaya çalıştım. Yoksa başka herhangi bir ahlaki problemimden kaynaklanan bir problemim yoktu, sadece dünyayı anlamaya çalışıyordum. Onun için zaman zaman dünyaya bakış açımı değiştirmek zorunda kaldım.

Ö.M.: Ama tabi bu, kendi gelişim süreci diyelim objektif olarak değerlendirirken - o zaman başkalarıyla ister dost, isterse de biraz hasım olsun, onlara da objektif bakma zorunluluğunu getiriyor. Bu da çok büyük bir avantaj sağlıyor bana göre. Ben, dün, iki gün önce okurken biraz da o gözle bakmaya başladım ve çok o açıdan değerli bulduğum bir şey.

Şimdi bir de aşk, heyecan ve macera romanı dedik başta ve hatta bir de terim daha vardır, ‘otuz iki kısım tekmili birden’ denirdi, bu gerçekten öyle. Yani 1800'lerin başından alıyor kayıtları, her şey kayıtlara geçtiği şekliyle ve kişisel ilişkilerle de bugünümüze kadar da bu kitabın yazıldığı son satırlara kadar da getiriliyor. Burada heyecan ve macera kısımları da çok önemli çünkü mesela Filistin direnişine katılma macerası baştan başa çok ilginç bir şey, hiç beklenmedik bir şekilde oraya gönderilme macerasından başlıyor ama onunla da bitmiyor. Mesela burada polisten kaçış hikayeleri de var; pasaport ile Türkiye'ye dönüp bundan sonra da arandığı için gitmesiyle ilgili hem saklanmalar var, hem polise para verilerek, rüşvet verilerek elde edilen yakın arkadaşların...

Ş.A.: Polise rüşvet vermedik Ömer, pasaportu da satın aldık.

Ö.M.: Pasaportu satın aldınız, evet, yanlış söyledim, bunu silelim. Yani polisin de göz yumduğu olaylardan da bahsediliyor biraz galiba. Yani sonuç olarak son derece ciddi maceralar var.

Ş.A.: Hayır, polisin göz yumması diye bir olay yok fakat çok ilginç bir olay var, aktardım, o da şu; benim rahmetli ağabeyim gitti, bir tanıdığından pasaportunu satın aldı. Ondan sonra benim bu saklanmamı ve yurt dışına kaçma çabamı izleyen bütün akrabalardan kişiler var ve bunlardan biri de Fatma'nın rahmetli dayısı İsmet Kaptan. İsmet Kaptan bu olayı duyunca bu olayı - tabi bu arada ben Metin Kılıç ile ki kendisini çok iyi tanırsın, benim sınıf arkadaşım, rahmetli Metin en yakın arkadaşlarımdan biriydi ve ellerine müthiş hakim biriydi, pasaporttaki fotoğrafı değiştirdi ve benim fotoğrafımı monte etti.

Ö.M.: Ondan sonra... İşte macera dediğim de tam da bu.

Ş.A.: Fatma'nın dayısı dedi ki, ‘Yahu getir şunu göreyim, bununla gidebilir misin?’ Götürdüm ona ve dedi ki ‘Ben şimdi bunu dördüncü şube başkanına göstereceğim.’ Yani dördüncü şube pasaport şubesi. ‘Ya nasıl olur?’ falan derken, ‘Ya benim kankam’ dedi, ‘Galatasaray'dan bilmem kaç sene beraber okuduk’ dedi ve gitti rahmetli dördüncü şubeye. Şubenin o zamanki başkanı - sene 1972'den bahsediyorum - görüyor pasaportu, ‘Ya bu kadar iyi bir şey olabilir mi?’ diyor.

Ö.Ö.: Sonra bu kişiyi memur yapıyorlar, devlet alıyor pasaport basımına…

Ş.A.: Hayır, hayır, hayır, hayır, öyle bir şey değil. Diyor ki, ‘Görmemiş olayım, mükemmel taklit yapılmış’ diyor. Ben o pasaportu kullanarak çıktım İstanbul'dan.

Ö.M.: Başka ülkelerde de bu pasaportla ilgili sorun çıkacağını söyleyen pasaport müdürlükleri de oluyor, değil mi?

Ş.A.: Yok, hiç öyle bir problemle karşılaşmadım çünkü mükemmel bir şeydi.

Ö.M.: Şimdi tam hatırlamadım ama, ‘Biz vatandaşlık veremeyiz’ falan gibi laflar var bir ülkeden.

Ş.A.: Öyle bir detay yok Ömerciğim, yanlış anlamışsın sen.

Ö.M.: Peki, bir de şimdi tabii şu da var, çok önemli. Polisiye diyebileceğimiz olaylar da var. Mesela, sandık cinayeti. İnanılmaz bir trajedinin ortasında yani Filistin'den döndükten sonra tekrar gidiş - Adil Ovalıoğlu ile ilgili bir hikaye var. Ondan da bir iki cümle ile bahsedelim mi?

Ö.Ö.: Ben bir de bu Filistin meselesini çok merak ettim açıkçası.

Ş.A.: Anlamadım, şimdi hangisini konuşalım?

Ö.Ö.: Yok, siz önce Ömer Bey'in dediğini söyleyin.

Ş.A.: Evet, şimdi bu olay hakikaten üzerinde durulması gereken bir olay çünkü bizim yaşadığımız, içine dahil olduğumuz dönemde Türkiye'deki devrimci sol hareketin karakteri hakkında çok iyi fikir veren bir anekdottur bu benim için. Maalesef o zaman bin bir parçaya - belki biraz abartma umuluyor ama - hakikaten pek çok parçaya bölünen Türkiye Sol Hareketi birbirine de aynı zamanda düşman kesilmişti ve bu Adil Ovalıoğlu cinayeti de en korkunç bir şekilde, en yakın arkadaşlarından biri tarafından işlenmiş bir cinayetti. Yani Ömer, Marksizm'lerinizden ihanet ettiğim gerekçesiyle senin beni öldürmen gibi bir şeydi. Ama o dönemde, 1970'lerin başında Türkiye'de solun geldiği ve artık iflas bayrağını çekmek üzere olduğu dönemdeki yaşanmış bir olaydı ve hakikaten çok sembolik bir değeri vardır. Düşmanları değil, birbirlerini öldürenlerden bahsediliyor.

Ö.M.: Buradan kaçma imkanını tam sağlayamayınca bari çaresizlik içinde döneyim diye ve Adil Ovalıoğlu ile buluşmak üzere geliyor. Tamamen tam bir macera, polisiye romanı gibi. ‘Buluşacağım yeri de bulabilir miyim?’ diyor, Adil ile konuşacak ve Filistin'e dönüş ayarlayacaklar ama Kiosk’taki bir gazeteci de ‘Adil Ovalıoğlu: Sandık Cinayeti’ diye bir başlık görüyor ve oradan gitmekten vazgeçiyor ve oradan öyle kurtuluyor.

Adil Ovalıoğlu

Ş.A.: Şimdi şöyle oldu tam olarak; ben kendi başıma tekrar Filistin Direnme Hareketi'ne dönme teşebbüsünde bulundum fakat korktum yolda ve geri döndüm İstanbul'a. Döndüğüm zaman da niyetim rahmetli Adil Ovalıoğlu'yla buluşmaktı. Onun yaşadığı, oturduğu evi biliyordum, görmüştüm. Geldim İstanbul'a, Üsküdar'da sahilde bir otelde kaldım. Ondan sonra çıktım, bir gazete aldım ve bir de sandviç ile limonata. Ondan sonra gazeteyi açar açmaz ne göreyim? Sandık cinayetinin haberi... Adil Ovalıoğlu'nun arkadaşları tarafından parçalanmış cesedinin bir bavulda polis tarafından bulunduğu haberi... ve bir kadın arkadaşları...

Ö.Ö.: Bu yüzden mi sandık cinayeti diyorlar?

Ö.M.: Evet.

Ş.A.: Ne diyorlar?

Ö.Ö.: Sandıkta bulunmuş parçalanmış cesedi, o yüzden sandık cinayeti diyorlar.

Ş.A.: Evet, onun için. Şimdi tabii bunun üzerinde durmamızın sebebi bu. Sol kendi içinde bölünmüş ve birbirini öldürür hale gelmişti. Bu o zamanki sol hareketinin iflasının eşiğine geldiğinin, silahlı bir sol hareketinin hiçbir şekilde bir yaşama şansı bulamayacağının ve bence en altı çizilmesi gereken deliliydi o. Şimdi oradan kalkarak şunu söyleyelim - tabii ki benimle ilgili olarak; ben bu olayı gördükten sonra tekrar abime gitmek zorunda kaldım ve dedim ki, ‘Abi, benim hiç başka çarem yok, benim yurt dışına kaçmam lazım.’ O da dedi ki, ‘Ben de seni mutlaka bu durumdan kurtaracağım.’ Ondan sonra bir tanıdığından bir pasaport satın aldı ve o pasaportun fotoğrafını rahmetli arkadaşım Metin Kılıç ile değiştirdi. Ondan sonra da o pasaportla mucizevi bir şekilde yurt dışına kaçmak, önce İsviçre, sonra Fransa ve nihayetinde İsveç'e gitmek ve İsveç'te siyasi milteci olarak kalmak mümkün oldu. Çok büyük bir şanstı benim için bu. Hakikaten İsveç'te, sen bilirsin Ömer başımdan geçenleri, neredeyse iki gün içinde siyasi iltica alma durumuna girdim. Üç-beş gün içerisinde anlamlı bir iş yapma imkanını buldum. Dediler ki, ‘Üniversitede doçent Thomas Hammar var, ona git, onunla konuş, mutlaka seninle ilgilenecektir.’ Çünkü diyordum ki üniversiteden tanıdığım arkadaşlara, ‘Ben burada doktora yapmak istiyorum.’ Dediler ki, ‘O sana yardımcı olacaktır,’ ve hakikaten gittim, Thomas Hammar'ı buldum. Yani daha bir ay falan olmamıştı İsveç'e geleli. Dedi ki, ‘Evet, biz Türkiye'de siyasal yabancıların yeniden öğrenme süreci üzerine büyük bir araştırma yapacağız ve senin de Türklerle ilgili bölümünü yönetmeni istiyoruz. Bugüne kadar Yunanlıları mı alalım, Türkleri mi alalım diye tereddüdümüz vardı ama şimdi sen geldin ve bu sorun çözülmüş oldu’ dedi. O sıralardaki İsveç ile bugünün İsveç'i arasında köklü değişiklikler oldu maalesef ama o günün İsveç'inde yani bir başı belaya girmiş bir siyasi...


Ö.M.: Yabancının, göçmenin...

Ş.A.: Yabancının, göçmenin ne ölçüde iyi karşılandığı ve bir hayat hakkı tanındığının canlı örneğidir benim başımdan geçenler.

Ö.M.: Çok ustaca anlatılmış ve bunu da övgü için söylemiyorum. Özellikle de macera kısmında biraz önce Özdeş'in de sözünü ettiği, sorduğu bu Filistin'e kaçakçıların arasından, jandarmaların arasından geçerek gitmek ve sonradan da dönmek meseleleri büyük bir macera romanı halinde anlatılmış.

Ö.Ö.: Çok belki vaktimiz kalmadı ama ben şunu da merak ediyorum; Filistin'e mi gerçekten, Lübnan'a mı? Çünkü genelde Lübnan kamplarında Filistin.

Ö.M.: Yabancının, göçmenin...

Ş.A.: Yabancının, göçmenin ne ölçüde iyi karşılandığı ve bir hayat hakkı tanındığının canlı örneğidir benim başımdan geçenler.

Ö.M.: Çok ustaca anlatılmış ve bunu da övgü için söylemiyorum. Özellikle de macera kısmında biraz önce Özdeş'in de sözünü ettiği, sorduğu bu Filistin'e kaçakçıların arasından, jandarmaların arasından geçerek gitmek ve sonradan da dönmek meseleleri büyük bir macera romanı halinde anlatılmış.

Ö.Ö.: Çok belki vaktimiz kalmadı ama ben şunu da merak ediyorum; Filistin'e mi gerçekten, Lübnan'a mı? Çünkü genelde Lübnan kamplarında Filistin...

Ş.A.: Şu anda Filistin'den söz edeceğimiz zaman bir Gazze var, ne halde olduğunu biliyoruz ve bir de Batı yakası var. İkisi de bir defa özgürlükten uzak, İsrail'in boyunduruğu altında yaşayan Filistinlerin bulunduğu yerler. Ben Filistin'e gitmekle, bu kitapta kastettiğim Filistin direnme hareketine, Suriye ve Lübnan'daki Filistin direnme hareketi kamplarına katıldım.

Ö.M.: Evet, bu noktada da ben bir şey daha sormak istiyorum; kitabın önemli özelliklerinden biri de bu etik meselesini, dostlukların hayatta ne kadar önemli ve hakiki dostlukların sürmesini ve mesela bunun medyada da gazetecilik yaparken son kitabın sonraki bölümlerinde de senin uzun gazetecilik kariyerin yani yayıncılıkta diyelim - hatta Açık Radyo’yu da içeriyor - fakat önemli olan bir şey daima hakikatle yani hakikatin peşinde kalmanın ne kadar hayati bir önem arz ettiği, çeşitli büyük gazete patronlarından, oradan buradan kovularak devam eden ya da atılarak ya da terk etmek zorunda kalarak devam eden bütün bu medya macerasında en önemli şeyin, objektif haber verme özgürlüğünün hayati bir önem olduğu çeşitli koşullarda ortaya çıkıyor.

Ş.A.: Valla Ömerciğim, neyi kastettiğini bilmiyoruz ama ben o prensiplere sadık kalmaya çalıştım ve o yüzden de barınamadım.

Ö.M.: Tam da onu kastediyorum.

Ş.A.: Birçok gazetede barınamadım. Cumhuriyet gazetesi kendi içinden bölündü, biz tasfiye olduk. Ondan sonra Sabah gazetesine gittim, oradan da bir müddet sonra istifa etmem istendi, ayrıldım. Ondan sonra Milliyet’e girdim sonunda da işimden resmen kovuldum Aydın Doğan tarafından. Sonra da Bahçeşehir Üniversitesi'nde çalışmaya başlamam mümkün oldu. Fakat yazı yazma arzusu ve ekonomik ihtiyaçlar nedeniyle de, Zaman Gazetesi'yle de bir ilişki kurdum. Maalesef Zaman Gazetesi'nde de köşe yazıları yazdım, biliyorsun. Bu da benim 15 Temmuz'dan sonra yaklaşık iki sene hapsolmamla sonuçlandı.

Ö.M.: O ikinci kitapta daha ayrıntılı gelecek.

Ş.A.: Çok iyi söyledin. İkinci kitap, Zaman maceramı, ondan sonra yargılanma sürecimi, Türkiye içinden ve dışından tutuklanmama gösterilen tepkileri ve nihayet hapishanede tuttuğum günceden seçmeleri içeren bir kitap olacak. O da bence okunmaya değer bir şey olacak.

Yıl 1967, Mülkiye mezuniyet balosunda Şahin Alpay, Fatma’sıyla…

Ö.M.: Bu arada, artık süreyi doldurduk ama bir tek şey daha ilave etmek istiyorum ki Özdeş'i de bizim programı yaparken ilgisini çekecek olan bir şey bu; İsveç'te ve diğer yerlerde tanışmalar sırasında resmen gezegenimden insan manzaraları denilecek olağanüstü hikayeler var; Kochi, Tungun, Japonya, Çin meseleleri falan, işin detaylarına giremeyiz ama o kadar acayip hikayeler ki... Bu da mı oldu dedirtiyor insana ve onları da çok eğlenceli yani olduğu gibi objektif ama okurken insanın kendini tutamayacağı kadar trajikomik diyeceğim hikayelerle anlatılıyor.

Ş.A.: Evet, çok ilginç insanlarla karşılaştım bu 80 yıllık ömrüm süresinde.

Ö.M.: Evet, memleketimden, gezegenimden insan manzaraları. Belki bir ikinci fasıl yapabiliriz onu ama şimdi süremiz doldu. Bunları da konuşmaya değebilir.

Ö.Ö.: Benim için de yeni yılın ilk kitabı olacak okuma listemde. Ondan sonra ben de belki soru sorabilirim, okuduktan sonra tekrar çağıralım.

Ş.A.: Çok mutlu olurum. Eğer ikinci kitabın çıkmasından sonra beni tekrar konuk ederseniz dostluk hikayeleri de var.

Ö.M.: Çünkü bence kitabın en önemli noktalarından bir tanesi de ömür boyu süren dostluklar. Neredeyse 80 yıllık dostlukların hikayesi de var, o da hoş. Peki, Şahinciğim çok teşekkür ederiz.

Ş.A.: Efendim, esas ben size çok çok teşekkür ediyorum çünkü böylelikle hakikaten anılarımı Apaçık Radyo izleyicilerine de duyurma imkanını bana verdiniz.

Ö.Ö.: Görüşmek üzere öyleyse.

Ö.M.: Görüşmek üzere, hoşça kal, çok teşekkürler.

Ş.A.: Ben teşekkür ederim.